Feeds:
Yazılar
Yorumlar

ELLER VAR …

ELLER VAR  Eller var. Karıştırıcıdır. Her şeyi karıştırır. Münasebetsiz ellerdir bu eller. Olur, olmaz yere sokulur. Girmemesi gereken yerlere girer. Karıştırıcı eller, pislikten kurtulmaz. Çünkü karıştırma aşkı her şeyi kapsadığı için, bunlar arasına pislik de girer. Bu tür eller bulaştığı pisliğin faturasını kendi karıştırıcılığına kesmez. “Oralarda ne arıyordun?” diyene, “Öyle her şeyi ve her yeri karıştırırsan, boyuna kadar necasete batarsın” diyene söyleyecek bir sözü yoktur. Eller var. Düzenleyici ve düzelticidir. Çapak gördüğü göze yumruk olmaz. Kimseye hissettirmeden, bir ana şefkatiyle o çapağı alır. Yüzün ve gözün güzelliğini çapağa feda etmez. Değdiğini bozmaz, düzeltir. Düzelteceğim diye “düz” hatta “dümdüz” etmez. Çünkü bu eller, amuda kalkıp da dünyayı düzeltme iddiasına soyunan “ters”lerin elleri değildir. Eller var. Hiçbir taşın altına girmeye yanaşmaz. Nice taşlar, kayalar, dağlar kaldırılır. O pamuk eller arazi olmuş, ortalardan tüymüştür. Ara ki bulasın. Israrla o elleri arar gözleriniz, ama yok. Sıkıntıya gelemez pamuk eller. Fakat dağlar gibi taşları taşımaktan yorgun ve bitap düştüğü için ayağı sürçenleri, tökezleyenleri görmeye görsün bu eller. Hemen ovuşturma vaziyetine girerler. Utanmadan yakasına sarılır, tokatlamaya yeltenirler. Utanmaz eller. Taşın altına sokmaya gelince toz olan bu eller, yakaya sarılmaya gelince aslanpençesi kesilir. Kırılası eller o eller. Eller var. Pamuk değil, nasır tutmuştur. Neden olacak? Elbet, her yarım kalmış yükün altına girdiği için. Her hayırlı teşebbüsün ucundan tuttuğu için. Her yükü ağıra el atığı için. Her yolda kalmışın kolundan tutup kaldırdığı için. Her dermanı tükenmişe derman kattığı için. Öpülesi eller o eller. Eller var. Vuracağı yeri bilmez, duracağı yeri bilmez. Kabarmış bir koltuğun elleridir bunlar. Sürekli tokat halinde gezer. Hiçbir şey bulamazsa, havayı tokatlar, suya yumruk atar. El ele vermişler zincirine girip, diğer ellerle birleşmez bu eller. Aksine birleşmiş elleri çözüp ayırır, kırıp koparır. Kırıp koparacağı başkalarının eli tükenirse, bu kez kendi ikizine yönelir, onu kırar, ona vurur. Eller var. Vuracağı yeri de bilir, duracağı yeri de. Dostu da tanır, düşmanı da. Yalnız dosta değil, düşmana bile rahmettir o eller. Yara sarar, ayıp örter. Bir ananın elleri gibi, okşayacak yetim, yaşını silecek öksüz, sıvazlayacak kırık yürek arar. Yıkılmışları yapar, dağılmışları toplar, yarımı tamamlar, tamamı kucaklar, ayrılanı birleştirir, birleşeni sıklaştırır. Eller var. Her önüne gelenden bir şeyler ister. Hiç işe girişmez, hep beleşe girişir. Sürekli istemek için açılır. Almaya bayılır, vermekten nefret eder. Bu ellerin bildiği tek dua “Rabbena hep bana”dır. Böyle elleri bin kez de doldursanız, bin birinciyi ister. Hapsini de kendi cebine boşaltır. Başka elleri de görmek gibi bir derdi yoktur. Bencil eller bu eller. Eller var. Hep almaz, ama hep verir. İddialı değildir, fakat kararlıdır. O elleri herkes ortalarda görmez. Muhatabının gözüne sokulmaz. Alkışı hak edeni alkışlamaktan çekinmez, fakat kendisi alkış istemez. Verirken görünmemek için köşe bucak saklanır. O eller, bir Allah’tan ister, başkasından istemektense taş kesilmeyi tercih eder. Fedakâr eller o eller. Eller var. Sürekli bedduaya durur. Bedduaya duran, suizanna ayarlı, kara yüreklere bağlı eller bunlar. Armudun sapı der, beddua eder. Üzümün çöpü der, beddua eder. Kusursuz kadı kızı arar, fakat kendisi pür-taksirdir. Herkese beddua için açılan bu uğursuz eller, herkesin ellerinin kendisi için duaya kalkmasını bekler. Bunu bulamadığında da yumruk olur, sağa sola saldırır. Haddini bilmez, kadir bilmez eller. Eller var. Sürekli duaya durur. Peygamberlerin ellerinden bir hisse kapmıştır. Dostlarına değil sade, düşmanlarına bile duaya durur. Sevdiği güllerin dikenleri tarafından kanatılınca, gülü kökünden sökmeye kalkışmak gibi bir cinayet işlemez bu eller. Aksine, gülünü sevdiği için, kendini kanatsa da, dikenini de sever. İçinde hayır olan bir yüreğe bağlı eller bunlar. İçinde umut ve sevgi olan bir yüreğe bağlı eller… Ellerinize bakın, kendinizi tanıyın! Zira onlar, sizin aynanızdır. Allah’ım! Ellerimizi bırakma!

Allahım…


Ey alemlerin Rabbi!
Ey sevgiyi sevgiyle yaratan!
Ey seven, sevdiren ve sevindiren!
Ey rahmetin sonsuz kaynağı!
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Ey gönüllerin mutlak hakimi!

Ey zâtını hamd ile azîz olduğum!
Ey zâtını hamdden âciz olduğum!
Ben, layıkıyla övemem Seni!
Sen, övdüğün gibisin kendini!
Seni, layıkıyla ancak Sen tanırsın!
Seni, layıkıyla ancak Sen översin!
Hamd’im Sana mahsustur, senâm Sanadır!
Umudum, korkum ve sevdam Sanadır
Özümü Sana çevirdim, Sana tutundum!
Elimi Sana açtım, gönlümü Sana sundum!

Beni kovmaz diye kapına geldim
Affı boldur diye affına geldim
Tuttum günahımdan yüzüme perde
Kulluk edemedim, lütfuna geldim!

ALLAH’ım!
Kanadı kırık bir kuş gibiyim.
Uçsam uçamıyor, göçsem göçemiyorum.
Yarım bırakılmış bir düş gibiyim.
Yardan da serden de geçemiyorum.
Menzile erememe korkusu sardı benliğimi
Kolum kanadım kırık, gönlüm bin pare!
Ey kalpleri evirip çeviren, ey gönüller sahibi!
Yaraları saran, dağılanı toplayan Sensin!
Varlığım Senin varlığının şahidi
Varlığım Senin rahmetinin şahidi!

ALLAH’ım!
Ey Vedud olan!
Hem seven, hem de sevilmeyi dileyensin.
Ey varlığı sevgi olan, ey sevginin sonsuz kaynağı!
Biz var ettiğini severiz, Sen sevince var edersin.
O sonsuz hazinenden bizim için de bir sevgi var et!
O sonsuz sevgi selinin içine bizi de kat; sev bizi!
Sen seversen sevdirirsin; sevdir bizi!
Sevdiğini cennetinle sevindirirsin; sevindir bizi!

ALLAH’ım!
Varsın, bütün kainat varlığının aynası.
Birsin, bütün mevcudat birliğinin şahidi.
İnanmışız her ne ki tek, o Yaratan’dır
Biliriz ki her ne ki çift, o yaratılandır.
Her şey Sana muhtaç, hiçbir şeye muhtaç değilsin Sen.
Ehad’sin, Vahid’sin, Samed’sin Sen!

ALLAH’ım!
Maddedeki her atomun tesbih ettiği Sensin.
Nefes alan her canlının zikrettiği Sensin
Akıl emanet ettiğin her varlığın aklettiği Sen
Duyan ve duyuran her duyunun hissettiği Sensin.
Kadr ü kıymet bilenlerin şükrettiği Sen
Varlığı nimet bilenlerin hamd ettiği Sensin!

ALLAH’ım!
Yalnız Senden yardım diler yalnız Sana kulluk ederiz.
Seni sığınak, barınak, tutamak bilir Ya ALLAH deriz.
Şeytandan Sana sığınır e’uzü billah deriz
Her işe Seninle başlar bismillah deriz.
Nimet verdiğinde gönülden şükrederiz.
Versen de alsan da elhamdülillah deriz
Hayran kaldığımızda maşALLAH,
Pişman olduğumuzda estağfirullah deriz.
Sevindiğimizde ALLAHüekber,
Üzüldüğümüzde inna lillah deriz.
Canımız sıkıldığında fe-sübhanALLAH,
İlendiğimizde katelehumullah deriz
Zafer kazandığımızda nasrun minALLAH,
Rızık kazandığımızda er-rızku ala’llah deriz
Bir işi arzu ettiğimizde inşALLAH
Bir işi başardığımızda bi-izni’llah deriz
Güçlük karşısında la-havle ve la-kuvvete illa billah
Söz verdiğimizde vALLAH ve billah deriz.

ALLAH’ım!
Ben kulum, Sen ALLAH’sın.
Ben isteyenim, Sen verensin
Ben susayanım, Sen su verensin
Ben muhtacım, Sen ihtiyaç giderensin
Ben kendine yetmeyen, Sen her şeye yetensin
Ben beni bilmeyen, Sen beni benden iyi bilensin.
Ben bende olmayan, Sen şahdamarımdan yakın olansın.
Kul kulca ister, Sen ALLAH’ça verirsin
Halim arzuhalimdir, duruşum duam
Sensizken neyim var, Senleyken ne gam?

ALLAH’ım!
İmanı olanın imkanı tükenmez
İmandan ve Kur’an’dan ayırma!
Kur’an’dan mahrum kalana ışık erişmez
Kitaba uyanlardan kıl, kitabına uyduranlardan kılma!
Kur’an’ı bizden razı, bizi Kur’an’dan razı kıl!
Hesap gününde Kur’an’ı şahit kıl, şekvacı kılma!
Kur’an’ı bize aç, bize Kur’an’ı aç
Susuz yüreklere vahyi ellerimizle saç!
İnsanlık zaman çölünde bu suya muhtaç Ya Rabbi!

ALLAH’ım!
Sorunlarımızın elinde imanımızı kar gibi eritme!
İmanımızın elinde sorunlarımızı kar gibi erit.
Bizi dünyalıklarımızın altında at etme.
Dünyalıklarımızı altımızda Burak et!
Sahip olduklarımızın bize sahip olmasına izin verme!
Aklımızı ak, aşkımızı ak, yüzümüzü ak eyle!
İmtihan potasında bizi cevher et, cüruf etme!
Bize götüreceğimiz yükü yüklet!
Götüremeyeceklerimi yükletme!
Kahrından lütfuna sığınırız ALLAH’ım!
Celalinden cemaline sığınırız ALLAH’ım!
Senden Sana sığınırız ALLAH’ım!
Yalnız Sana sığınırız ALLAH’ım!

ALLAH’ım!
Beni ALLAH’la aldatanlardan etme!
ALLAH’la aldatanlara aldananlardan etme
Şeytanın eylemlerimizi süslemesine izin verme!
Şeytanın süslediği emellerimize izin verme!
Bana Hz Adem’in tevbesini, Hz Nuh’un direncini ver.
Hz İbrahim’in imanını, Hz İsmail’in teslimiyetini ver.
Hz Yakup’un dirayetini, Hz Yusuf’un iffetini ver
Hz Musa’nın celadetini, Hz Harun’un sadakatini ver.
Hz Davud’un sadasını, Hz Süleyman’ın gayretini ver.
Hz Eyyub’un sabrını, Hz Lokman’ın hikmetini ver.
Hz Zekeriyya’nın hizmetini, Hz Yahya’nın şahadetini ver.
Hz Meryem’in adanmışlığını, Hz İsa’nın safiyetini ver.
Ve Hz Muhammed’in muhabbetini ver Ya Rab!

ALLAH’ım!
Bana eşyanın hakikatini göster.
Bana hakikate itaat, batıla isyan liyakati lütfet.
Dininin derdini derdim kıl, özel dertlerimi satın al.
Öyle aziz dertlere mübtela kıl ki, dermana bakmayayım.
Bana, tadına doyum olmayan kerim acılar yaşat
İrademi inayetsiz, bilgimi hikmetsiz bırakma ALLAH’ım!
İmanımı gayretsiz, sadakatimi mesnetsiz bırakma ALLAH’ım!
Mizacımı fıtratsız, ahlakımı nezaketsiz bırakma ALLAH’ım!
Hayatımı muhabbetsiz, ahretimi cennetsiz bırakma ALLAH’ım!
İmanımı aklımın elinde esir etme!
Aklımı hissiyatımın elinde rezil etme!
Hissiyatımı şehvetimin elinde zelil etme!

ALLAH’ım!
Ağlamayan gözden, sızlamayan özden, kızarmayan yüzden Sana sığınırım.
Şirkten, küfürden, müşrikten,
Cahilden, gafilden, kafirden Sana sığınırım.
Harama dayalı servetten,
Hak edilmemiş şöhretten Sana sığınırım.
Korkaklıktan, pısırıklıktan, kıskançlıktan Sana sığınırım.
Hasetten, fesattan, kesattan, nifaktan,
Fısktan, fücurdan Sana sığınırım.
İftiradan, ihanetten, cimrilikten, kincilikten
Sana sığınırım.

ALLAH’ım!
Bir lahza dahi bana bırakma beni!
Sen bana yetersin, yetmem ben bana
Bilmediğimi bildir, görmediğimi göster!
Sen bildirmezsen bilemem, göremem göstermezsen.
Gönlüme huzur, gözlerime nur, dizime derman ver!
Sen “Ol!” deyince olur, olmaz “Ol!” demezsen.
Canana can, cana canan, kalbe ferman ver!
Al işte ellerim, uzattım Sana
Ne olur, ne olur bırakma beni bana!
Sen bana yetersin, yetmem ben bana
ALLAH’ım, ellerimi bırakma!

ALLAH’ım
Bırakma bizi..
Tut elimizi!..

Hanımlara Şevkat…

Hanımlarınızı üzmeyin. Onlar, Allahü teâlânın size emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!   Hadis-i Şerif , Müslim

Köyümüz şehirden yüksek mi yüksek,
Baban yaşlanıyor oğul, bilmem ki netsek?
Söz dinlemiyor artık ahırdaki eşek,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizi 9 ay 10 gün karnımda taşıdım,
Beş oğul bir kızım için yaşadım,
Şimdi halim kalmadı, gençliğimi boşadım,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Köyde bacalar eskisi gibi tütmüyor,
Çorba bile boğazımızdan geçmiyor,
Takatimiz kalmadı işler bitmiyor,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Geçenlerde kasabadan köye doktor geldi,
Sağlam kimse kalmadı herkese ilâç verdi,
Bana da ‘Kendini yorma ansızın gidersin.’ deyiverdi,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Eskiden köyümüzde yağız delikanlılar vardı,
Gelinler al duvak içinde, giderken ağlarlardı,
Gençler köyü terk ettiler, şimdi ihtiyarlar kaldı,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Hani yalnız yaşayan komşumuz Ali Amca vardı,
O da rahmetli oldu, cenazesi ortada kaldı,
Mezarını kazacak delikanlı bulunamadı,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Analarda ciğer, evlâtlarda merhamet olur,
Gezen görür, yaşayan ölür, eden elbet bulur,
Hayır, duamızı alın biz ölmeden ne olur,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizin huzurunuzu kaçırmak istemem,
Gelinlerimi severim asla kin beslemem,
Şimdi gelmezseniz cenazeme de istemem,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

OĞULLARIN ANALARINA CEVABI
(1. oğul)

Ana, şimdi Akdeniz sahillerindeyiz,
Buralar çok güzel size de tavsiye ederiz,
Çocuklar diyor ki, ‘Ölürüz de o köye gitmeyiz!’
Kusura bakma, çocuklar istemezse biz gelemeyiz!

(2. oğul)
Ana, mektup yazmışsın bize boşu boşuna,
Çünkü daha açarken gitmedi hanımın hoşuna,
İdare edin artık, bu sene de yalnız başına,
Kusura bakma, ben hanımı gönderemem ana!

(3. oğul)
Ana, gönderdiğin mektubu şimdi okudum hanıma,
Dedi ki ‘Bu devirde hizmet var mı Allah aşkına?’
Ne olur, soğuk su katma benim pişmiş aşıma,
Kusura bakma ana, gönderemem hanımı sana asla!

(4. oğul)
Ana darılma, vakit bulup da mektubunu okuyamadım,
Şimdi okuyunca ne demek istediğini çok iyi anladım.
Benim hanımdan başka çağıracak gelin mi bulamadın?
Kusura bakma gönderemem, hanım köye alışamaz ana!

(5. oğul)
Ana, ağabeyim söyledi, hizmete benim hanımı çağırmışın,
Olur, mu öyle şey, doğalgazdan sobalı eve nasıl alışsın?
Bir de önceden başlamış günleri var, yarım mı kalsın?
Kusura bakma ana gönderemem, bu sene benimki kalsın!

(Ortak çözüm)

Beşkardeş hanımlarıyla bir araya geldiler.
‘Anamızın isteği yerinde, âcil çözüm bulalım!’ dediler.
Biz ne yapacağız diye düşünürlerken, aklı gelinler verdiler.
Kusura bakma ana, sana hizmete BACIMIZI uygun gördüler!

Bir Gün ve Sonsuzluk…

Mevsim ilkbahar… Gönlüne gül değmişlerin gözünde ilk defa bahar geliyor gibi. Varlığa hayret borcunu ödeyenlerin bakışıyla, bu bahar ilk bahar. Tekrar değil; ilk. Varoluşunu sınırsız minnettarlıkla karşılayan mahcupların bildiği üzere, “Bir daha” değildir bahar; biricik, bir kerecik oluştur. İnsanın kendisi “bir daha” değildir; parmak uçlarınca yeni, göz diplerince orijinal, yüzünün başkalığınca yeni baştan yaratılmaktadır. Böylesine taze bir insanın tazecik gözleri baharı hiç bayatlatır mı? Olacak şey değil! Unutulmuşların hatırlandığı demdir bahar. Ayak altına itilmiş, gözden uzağa düşmüş tohumların hatırlarının çiçek çiçek sayıldığı gündür bahar. Kederin kozasını yırtıp umuda kanat açtığı günlere denk gelir bahar. İşte o bahar.Yine değil yeni bahar. Çiçekler bir ümit tufanı gibi varlığın kıyılarını dövüyor. Toprağın karasına gömülmüş hasretler taze çiçek kokularıyla dal uçlarına taşmış tebessümlerle geriye dönüyor. Kelebek kanatlarının altında bin diriliş müjdesi geziniyor. Yerden göğe doğru sevinç üveyikleri yükseliyor.

Eğirdir Gölü’ne bakan yamaçları bir garip adımlıyor. Bir başka bakıyor garip adam. Baktıklarının yüzünü yırtan delici bakışlarla bakıyor. Yeni çiçeklenmiş badem ağaçlarının arasında bir sırrın izini sürüyor. Öksüz dalların sevindirildiği bu bayramdan yeni bir bayram çıkarmaya niyetle. “Boş yere var etmedin Sen bunları…” diyen kadir bilir bir nazarın sahibi.

Adımları yavaşlıyor. Bir çarpıntı başlıyor kalbinde. Uzaklarda, gölün mavisi hece hece ilmekleyeceği satırlara bir tatlı fon oluyor. “Yaz!” diyeceğini biliyor az sonra. Kalemin kâğıdın yüzünü öptüğü o eşsiz anı hep özlüyor. Yeniden, yeni baştan ağzından dökülen kelimelerin suskunluğun göğsünde açacağı yaraları hayal ediyor. Seviniyor. Bakışlarıyla okşuyor dal uçlarını. Ellerine ümit meyveleri dolduruyor dal uçlarından. Taşlaşmış gövdelerden, kemikleşerek soğumuş köklerden fışkıran sürpriz hayat pınarını avuçluyor. Ağaçların kalın kabuklarından sıcacık dokunuşlar alıyor. Varlığın kabuğunu çatlatacak, perdeleri yırtacak o eşsiz an yaklaşmak üzere.

İçi içine sığmaz oldu garip adamın. Bir semâ neşesiyle fırladı yerinden. Dudaklarına yeryüzünün göklü misafiri indi hece hece… “Fenzur ilâ asâri rahmetillah…” Görünenden görünmeye açılan perdeler hafifçe kıpırdadı. Sûret’in ardındaki nazlı ‘hakikat’ göz kırpmaya başladı. Heyecanla söze doladı nefesini. “Bak şu Allah’ın rahmetinin eserlerine…” Bu ilk bahardı. Bir daha değil, tek bahardı. Çiçek çiçek söyledikleri, toprağın karasını yararak haykırdıkları, yamaçları gelincik kızılına boyarken fısıldadıklarının cümlesi bir insan dudağına taşacaktı. Ölmüşlerin dirilişine tanık olan bahar, sözün potasında bir daha yorumlanacaktı, sözlenecekti insan bakışıyla. Çiçeklerin kokusuna sarıldı o ince ruh. Ruh ile reyhan buluştu, tanıştı, kaynaştı. Varlığın kalbine diriliş taşıyan Kitab’ın sözleri yeniden yankılandı badem çiçeklerinin yüzünde: “Şimdi bak Allah’ın rahmetinin eserlerine! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki, O mutlaka ölüleri diriltir. Dahası, her şeye gücü yetendir O!”

Acele edip kışta gelmişti. Bu zemheriden bir bahar coşkusu hazırlaması gerekiyordu. Cennet asâ bahara giden patika yolları kalbinde inşa etmesi bekleniyordu. Gönlünün kervanlarını o gün Barla’nın yamaçlarına sürdü. Kör düğümleri açacak berrak kelimeler edindi kendine. Sesi yükseldi. Ağaçlar arasında dinlenmeye pek alışık olunmayan sözler tekrar tekrar söylendi: “fenzur ilâ asâri rahmetillahi keyfe yuhyil arda ba’de mevtihâ….” Kibrit alev almak üzereydi. Soğuk kederleri ağırlayan bir gönülde ateş ha yandı ha yanacaktı. Bir daldan bir başka dala seğirtti. Gözlerinde hayret, gönlünde minnet. Göğsüne sığmıyor gibiydi kalbi. Elleri kalbinin üzerinde. Ayakları dolanırcasına koştu koştu. Nefes nefese kaldı. Yokuş yukarı bir pınar akıtır gibi, dudağına bir daha bir daha doladı kutlu sözleri… “Bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl da diriltiyor…”

Yağmur yağdı gözlerinden. Bakışlarıyla Nisan menekşeleri açtırdı. Hayatın zembereği kelimelerin büyüsünde bir daha kuruldu. Vahyin sıcacık dokunuşu başkalarına ağlayan kalbini okşadı. Cennet gibi baharları hazırladığı Hamza’lar, Saidler, Ahmedler, Mustafalar, Ayşeler, Fatmalar, Rümeysalar için koştu eve… Sözler’le kurduğu neşe otağına, kelimelerin havuzuna akıttığı o serin pınara, çok sonraları mahzunların koşacağını, ümitleri elinden alınmışların varacağını biliyordu. Hiç ümitsiz olmamıştı. İmanı, biricik imkân biliyordu. İmkânsızlıklara meydan okudu. Okudu.

Zalimlerin unutulmaya terk ettiği, gafillerin ölüme ittiği o köşe başında, zalimleri ıslah edecek, gafilleri uyandıracak bir aydınlık ateşi yaktı. Kalem hazırlandı. Yüzüne akşamın hüznü bulanan kâğıt tarifsiz bir sevinç içindeydi. İktidar sahiplerinin hesaba katmadığı adam, asıl iktidarı ele geçirmenin keyfiyle seslendi: “Yaz, kardaşım!” Silah şakırtısının sözü bölemeyeceğini, “ebedî şeflik” kudretinin gönülleri yıkamayacağını bilmeyen zavallılar, her kelimede bir kez daha yıkıldı. Kalemin ucu kâğıt üzerinde tatlı bir gıcırtıyla gezinmeye başladı. Buluşmaların en tatlısı, en kârlısı sürgünün daracık odasında yeniden yaşandı.

Otuz yıl sonra, zulmün kasvetinin az da olsa dağıldığı günlerde, yine badem ağaçlarının arasında yürüyecekti garip adam. Yalnızlığa mahkûm ettiklerini sananlara inat, etrafında pırıl pırıl genç yüzlerle adımlıyor olacaktı Barla’nın yamaçlarını. Yine bahar olacaktı. Yeni bahar olacaktı. İlk bahar olacaktı. Badem ağaçları ilk defa çiçekleniyor olacaktı. Delikanlılar da onun gözüyle bakacaktı dal uçlarına. Cennet reyhanları dokunacaktı ruhlara…

Duraklayacak ve ümit dolu yüzlere dönecekti. Güce karşı sözün zaferini imzalayan bir itminanla dudaklarına yine o ayeti dokunduracaktı. Havada yankılanan sesi yorgun bedenini bir delikanlı gibi ayağa kaldıracaktı. Ebedî dirilişi bir bahar somutluğunda idrak edecek milyonların yüreğini avuçlarında tutar gibi tane tane dökülecekti sözleri. Bir günden, sadece bir günden sonsuzluk haberi devşiren bir habercinin sükûnetiyle seslenecekti. Kaybolup gider diye kendisini bu köşeye sürenlerin iktidarlarının ellerinden gittiğine, ihtişamlarının yerle bir olduğuna tanık olmuş mahzun bir huzurla seslenecekti. “Bundan otuz sene önce aynı bu mevsimde idi. Şu bahçelerde geziyordum. Badem ağaçlarının da çiçek açtığı zamandı. Birden, “Fenzur ilâ asâri rahmetillah…” âyeti hatırıma geldi. Bu âyet o gün bana açıldı. Hem geziyordum, hem de bağıra bağıra bu âyeti okuyordum. O gün kırk defa okudum. Geldik, akşam, Şamlı Hafız Tevfik’le Onuncu Söz’ü telif eyledik. Yani, ben söyledim, Hafız Tevfik yazdı.”

Öldükten sonra dirilmeye dair, bütün zamanların en canlı, en renkli, en zarif metni o akşam kızıllığında buluştu kâğıtla: Haşir Risalesi Hâlâ daha, o akşam kızıllığının hüznünde bin ümitler filizlendirmiş o kalbin nabızları olarak duruyor satırlarda. Her an yeniden çoğalıyor, yeniden sayfalara iniyor. Yeni baharlar gibi, her okunduğunda ilk defa çiçeklenen dal uçlarından terütaze uzanıyor akıllara.

Haşir Risalesi, “görünen”i “görünmeyen”e tanık ediyor. “Dünyalık varoluş”un özündeki çelişkiyi ortaya çıkarıyor. Bu onulmaz çelişkinin çözümü olarak “büyük mahkeme”ye işaret ediyor. “Eğer hepsi bu”ysa, “sonrası” yoksa, anlamını kaybediyor varlık, tahammül edilmez bir çelişki yumağına dönüşüyor. Görünen bunca denge, bildiğimiz hesapları yırtıp atan bunca ince ayar, eğer zalim zalimliğiyle ölecekse, özensiz bir artığa dönüşüyor. Eğer mazlumun hakkı mazlumla birlikte toprağa girecekse, varoluş apaçık bir çarpıklığa dönüşüyor. Her canlıyı her an okşayan bunca merhamete tanıklık eden bu dünya, ezenin de ezilenin de, canilerin de masumların da toprak olarak eşitlendiği bir yere akıyorsa, boş yere var, boşa çalışıyor demektir.

Denklemin “bu tarafında” gözlerden kaçmayan bir açık var; öyleyse bir de “öbür taraf” olmalı… İnsan vicdanının aradığı adalet duygusu bir türlü tatmin olmuyor “bu tarafta”, öyleyse bir de “öbür taraf” vaadi olmalı… Vicdanların sonrasını aradığı, kalplerin isyan ettiği, gözlerin dayanamadığı bu korkunç “eşitsizlik” hiç şüphe yok ki, bir “Mahkeme-i Kübra”nın varlığıyla giderilecektir.

“Hiç mümkün müdür ki” diye muhteşem bir özgüvenle başlıyor cümlelerine Bediüzzaman Said Nursî. “Ahiretin olmasına değil, olmamasına şaşmalıydınız asıl” demeye getiriyor. “Hiç mümkün mü ki, varlığı sonsuz bir itaatle çekip çeviren böylesine muhteşem bir saltanatın iyiler için ödülü, kötüler için cezası olmasın. Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde ödül de ceza da var olacaktır.”

Benim hiç olmadığım o gün, zaten hiç aranmadığım o akşam benim için kalbini kanatmış o sürgünün diri satırları var şimdi önümde… Ne zaman dokundursam gözlerimi, “bir gün ve sonsuzluk” diye başlık koyuyorum kendimi ve sevdiklerimin hepsini içinde bulduğum o muhteşem filme… Varlığın kabuğunu bir bahar sürprizi olarak kırıyor, ahretin filizini gösteriyor Haşir Risalesi…

Senai DEMİRCİ

Ömür Sermayesi…

“ İnsan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür. “ Risale-i Nur Külliyatın’dan

Güzellikler…

“Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakīkī bir hüsün  ciheti vardır. Evet kâinâttaki herşey, her hâdise ya bizzat güzeldir, ona hüsn-i bizzat denilir. Veya netîceleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-i bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri  çirkin, müşevveştir . Fakat o zâhiri perde altında gāyet parlak güzellikler ve intizamlar var.” (Sözler, 18. Söz, 88)

Üstad…

“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar.”
   Emirdağ Lâhikası

Güzel gören güzel düşünür…

 
“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”
Risale-i Nur Külliyatından

Hayâ ile kuşanmak …

Fotoğraf: Hayâ ile kuşanmak 
Başörtülü çok da, mütesettir az. Bezle, kumaşla örtünen çok fakat edeple örtünen, Settar ismine âyinedarlık eden az. Kendini belli edici, dikkatleri üzerine çekici, nazarları davet edici sözüm ona başını örtenler tesettürün neresinde, edebin hangi deminde, şeâiri ilân etmenin hangi şuurunda?  
Kıyafetler dünya ehline benzediği gibi tavırlar, davranışlar, haller de benzer oldu? Çelişkiler keşmekeşinde savunmasız duruşumuz bizi savruk kılıyor; zihnimiz açık, aklımız açık, hislerimiz açık… Birkaç metre elbise örtmüyor bu kadar açıklığı.
Başörtüsü diye bir kavram var mı İslâm literatüründe? Açık bir şekilde tesettür emri var. Başörtüsü, başörtüsü diye diye örtünmek başı örtmekten ibaret algılanıyor ve uygulanır oluyor. Sokak manzaralarını tarife ve tasvire gerek var mı?
Zahirdeki elbiselerimiz, kıyafetlerimiz, hallerimiz; batınımızın keyfiyetini haber veriyor. Kalbe kök salmayan, akla yerleşmeyen, vicdana işlemeyen, şuura şevk vermeyen iman; dışa aynıyla yansıyor, ne kadarsa o kadar görüntü veriyor. 
İman önceliğini koruyor; yenilenmek, geliştirilmek, genişletilmek istiyor. Akıl aç, kalp aç, latifeler aç, ruh aç… Bu kadar açlıkla sokağa çıkılırsa “başörtüsü” gibi kavramlara yem olunur, açık yanlarımız bir bir ortaya çıkar.
Sefahat rüzgârlarının şiddetle estiği, cazibedar fitnelerin kasırga gibi kavurduğu, uyutucu avutucu oyuncakların çoklukla bulunduğu, dünyevîleşmenin silindir gibi ezdiği şu zamanda hayayı kuşanmak, edeple tesettüre bürünmek büyük kahramanlık ister.
Evet, alevleri göklere yükselen yangın sönmedi. İçinde aklımız yanıyor, kalbimiz yanıyor, latifelerimiz yanıyor, evlâtlarımız yanıyor, sevdiklerimiz yanıyor… Korunaklı elbise giymeden, imanî tesettüre bürünmeden, kalbi şüphelere karşı örtmeden, o yangını söndürmeye koşmak mümkün mü ve ne derece netice verir?
Gönül yaşları ile söner o ateş; kavak ağaçlarının rüzgârda savrulmasından ağlayan gönülle, okulun bahçesinde bayramda oynayan gençlerin elli sene sonraki hayatını gören gönülle, gözümde ne cennet sevdası, ne cehennem korkusu var diyen gönülle… Feragati, fedakârlığı hayatının şiarı yapan şefkatli gönülle… 
Biz de kavak ağacı görüyor yanından geçip gidiyoruz, imana uymayan hâl görünce kınayıp geçiyoruz, gülenlerin hâlini görüyor ağlayamıyoruz… Kınamak kolay, kendi kalbine bakmak, ayıplarını kusurlarını görmek zor…
Edebe bürünmek, hayâ ile kuşanmak için zoru başarmaktan başka çare var mı? 

Hüseyin Eren 

Hayâ ile kuşanmak
Başörtülü çok da, mütesettir az. Bezle, kumaşla örtünen çok fakat edeple örtünen, Settar ismine âyinedarlık eden az. Kendini belli edici, dikkatleri üzerine çekici, nazarları davet edici sözüm ona başını örtenler tesettürün neresinde, edebin hangi deminde, şeâiri ilân etmenin hangi şuurunda?
Kıyafetler dünya ehline benzediği gibi tavırlar, davranışlar, haller de benzer oldu? Çelişkiler keşmekeşinde savunmasız duruşumuz bizi savruk kılıyor; zihnimiz açık, …

aklımız açık, hislerimiz açık… Birkaç metre elbise örtmüyor bu kadar açıklığı.
Başörtüsü diye bir kavram var mı İslâm literatüründe? Açık bir şekilde tesettür emri var. Başörtüsü, başörtüsü diye diye örtünmek başı örtmekten ibaret algılanıyor ve uygulanır oluyor. Sokak manzaralarını tarife ve tasvire gerek var mı?
Zahirdeki elbiselerimiz, kıyafetlerimiz, hallerimiz; batınımızın keyfiyetini haber veriyor. Kalbe kök salmayan, akla yerleşmeyen, vicdana işlemeyen, şuura şevk vermeyen iman; dışa aynıyla yansıyor, ne kadarsa o kadar görüntü veriyor.
İman önceliğini koruyor; yenilenmek, geliştirilmek, genişletilmek istiyor. Akıl aç, kalp aç, latifeler aç, ruh aç… Bu kadar açlıkla sokağa çıkılırsa “başörtüsü” gibi kavramlara yem olunur, açık yanlarımız bir bir ortaya çıkar.
Sefahat rüzgârlarının şiddetle estiği, cazibedar fitnelerin kasırga gibi kavurduğu, uyutucu avutucu oyuncakların çoklukla bulunduğu, dünyevîleşmenin silindir gibi ezdiği şu zamanda hayayı kuşanmak, edeple tesettüre bürünmek büyük kahramanlık ister.
Evet, alevleri göklere yükselen yangın sönmedi. İçinde aklımız yanıyor, kalbimiz yanıyor, latifelerimiz yanıyor, evlâtlarımız yanıyor, sevdiklerimiz yanıyor… Korunaklı elbise giymeden, imanî tesettüre bürünmeden, kalbi şüphelere karşı örtmeden, o yangını söndürmeye koşmak mümkün mü ve ne derece netice verir?
Gönül yaşları ile söner o ateş; kavak ağaçlarının rüzgârda savrulmasından ağlayan gönülle, okulun bahçesinde bayramda oynayan gençlerin elli sene sonraki hayatını gören gönülle, gözümde ne cennet sevdası, ne cehennem korkusu var diyen gönülle… Feragati, fedakârlığı hayatının şiarı yapan şefkatli gönülle…
Biz de kavak ağacı görüyor yanından geçip gidiyoruz, imana uymayan hâl görünce kınayıp geçiyoruz, gülenlerin hâlini görüyor ağlayamıyoruz… Kınamak kolay, kendi kalbine bakmak, ayıplarını kusurlarını görmek zor…
Edebe bürünmek, hayâ ile kuşanmak için zoru başarmaktan başka çare var mı?

Hüseyin Eren